Reklamı atlayıp Hemen sayfayı açmak için, biraz bekleyin ve REKLAMI GEÇ e tıklayın.


Açılan Sayfa İçeriğini Aşağıda Okuyabilirsiniz!




16 Temmuz 2014 Çarşamba

Silahını bırakmayan asker

Çanakkale savaşı, yarım milyon insanımızın şehadetiyle zafere ulaştı. Bu, dünyaca bilinen bir gerçek. Orada Anadolu'daki her evden mutlaka bir şehit yatıyor. Her birinin de bir destanı, bir hikayesi var.
Ali Hoca'da Çanakkale şehitlerinden. Onun da hikayesi var. Hem de destansı bir hikaye. Hatışoğlu Konağı adlı kitabımızın bir yerinde Reşit Hoca dedemden bahsediyordum. "Reşit Hoca aslında dört kardeşmiş. Büyük kardeşi Ahmet Hoca, Osmancık vaizi olarak emekli olmuş. Diğer kardeşi Osman Hoca da Hamit Cami müezziniymiş. Bir diğer kardeşinin adı da Ali'ymiş. Annem, Ali amcasının atıyla birlikte seferberlikte askere gettiğini söylerdi. Birinci Dünya Savaşı'nda onu Çanakkale cephesine göndermişler. Kendisinden üç dört yıl haber alınamamış. Sadece Çanakkale cephesinde olduğu biliniyormuş, o kadar. Bir gün Ali amcasının atı, Karaören'e (Başpınar'a) gelmiş. Komşular, Bekir Hoca'ya gelip haber vermişler:
*Ali'nin atı geldi.
* Ali yok mu?
* At yalnız geldi. Ali'yi görmedik.
* Atın gözüne bakın, gözünde yaş var mı?
Bana haber verin. Bunun üzerine evden çıkıp ata baktıklarında mahzun bir insan gibi gözyaşı döktüğünü görüyorlar. Gelip durumu Bekir Hoca'ya haber veriyorlar. O da abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra ellerini semaya kaldırarak şöyle diyor: Rabbim, sana şükürler olsun. Ne mutlu bana, şehit babası oldum. Allah'ım, şehit oğlumun şefaatinden mahrum etme. Namaz ve duayı bitirdikten sonra, Atı ahıra çekin, terini kurulayın, yem saman verin. O, Ali'min emaneti, deyip tesbihine devam ediyor Ben, annemden dinlediğim bu tarihi olayı okuyucularıma böyle aktarmıştım. Şehit Ali'yle ilgili internette Allah'ın Bahşettiği En Büyük Rütbe" başlıklı şu bilgiye ulaşınca hem hayret içinde kaldım, hem e sevindim: "Çorum-Osmancık-Başpınar Kasabası (Karaviran) kütüğüne kayıtlı Bekir Hoca'nın medrese talebesi dört oğlundan Çanakkale'ye katılan Ali Hoca'nın şehadetiyle ilgili bir tablo düşmanın top ve güllelerinin sağanak halinde yağdığı bir ikindi vakti namazını eda etmektedir Ali Hoca. O menfur sağanaktan bir şarapnel parçası isabet eder bu iman eri Anadolu yiğidine. Silahı hemencecik önünde durmaktadır. Darbeyle beraber silahına sarılır. Silahına sahiptir lakin can kuşunu kaçırmıştır elinden. Can kuşu cennete uçmuştur. Ali Hoca'nın silahını elinden kimse alamaz. Arkadaşları komutanının yanına gelmişlerdir. Üzerindeki emanetler tespit ve teslim alınacaktır. Lakin garip bir devir teslimdir bu .Ali Hoca, silahını kimseye vermez. Sımsıkı kavradğı silahı elinden koparamazlar. Arkadaşlarından biri, bileğinin kesilmesini teklif eder silahı alabilmek için. Lakin komutan manidar bir bakış fırlatır askere ki bu bakış eritir teklifin sahibini. Ve döner Ali Hoca'ya komutan;
- Oğlum Ali, Allah'ın sana bahşettiği en büyük rütbeyi aldın. Bu saatten sonra sana bu silah lazım olmayacak. O bize gerekli. Onun için silahını bize teslim eder misin evladım, der.
Bu hitaba Ali Hoca, ellerini açarak ve silahı bırakarak cevap verir.

Kaynak: http://www.izafet.com/genel-tarih/671746-canakkale-savasinda-silahini-birakmayan-asker.html#ixzz2Aqt8QGRB

Kıbrıs Barış Harekatı’nda Evliyaların Desteği

Kıbrıs Barış Harekatı sırasında sıra dışı çok olaylar meydana gelmiştir. Bu olayların en dikkat çekicileri de kahraman Türk askerlerine yardım eden evliyalardır. Yaşananları orada savaşan askerler anlatmıştır. Kıbrıs Barış Harekatı’na katılan askerlerden biri, Kıbrıs’a ilk çıkan birliklerden birindedir. Bu asker, çıkarma sırasında askerlerinin yarısından fazlasının şehit olduğunu söyleyerek, Yunan-Rum askerlerine karşı savaştıklarını belirtmektedir. Kendisinin de bacağından yaralandığını anlatan asker bu sırada Kurtboğan’ı gördüğünü söylemiştir. Düşmanın sürekli ateş ettiği bir anda ağaçların arasından birinin sesini duyduğunu söyler asker. O ses kendisine dayanmasını söylemektedir. Bu sesten birkaç dakika sonra da Rumların sürekli ateş ettikleri makineli tüfek mevzilerinin havaya uçtuğunu görür. O toz bulutunun arasından uzun boylu bir asker çıkar gelir. Elleriyle yarasını sararken asker kim olduğunu sorar. O da cevap verir: Ben Amasyalıyım. Hamza’dır benim adım. Ama beni Kurtboğan olarak tanırlar. Bu sözlerden sonra asker uzaklaşır. Aradan yıllar geçer, Kıbrıs Barış Harekatı’na katılan o asker, Amasya’ya gider. Niyeti Kurtboğan’ı bulmaktır. Sorup soruşturur ve bu sırada Gani Baba isimli biriyle tanışır. Gani baba Kurtboğan’ı arayan askeri, caminin içine götürür. Caminin içinde bir türbe vardır. Gani Baba eliyle türbeyi işaret ederek anlatır: Kurtboğan Hazretleri işte bu türbede yatmaktadır. Şehidin Mektubu Kıbrıs Barış Harekatı ile ilgili evliya hikayeleri bununla sınırlı değildir. Bir başka olayda da bir Mehmetçiğin mektubu konu edilmektedir. Rivayete göre savaş sırasında bir Mehmetçik, arkadaşına ailesine ulaştırılmak üzere mektup verir. Savaş biter, verilen mektup unutulur. Aradan bir süre geçer, mektubun emanet edildiği o asker mektubu bulur ve ailesine götürmek için yola çıkar. Aklından, “Döndüyse görürüm. Dönmediyse, şehit olduysa başsağlığı dileyerek ailesine bu mektubu veririm” diye geçirir. Mektubun üzerinde yazılı olan adresi bulan asker, kapıyı çalar. Kapıyı yaşlı bir karı koca açmıştır. Derdini anlatır, çocuklarından gelen mektubu teslim edeceğini söyler. Ancak beklemediği bir cevap alır aileden: Bizim Kıbrıs’ta savaşan bir oğlumuz hiç olmadı… Mektubu getiren asker şok olmuştur: Nasıl olur, ben onunla Kıbrıs’ta omuz omuza savaştım… Bu söz üzerine yaşlı adam evin bir başka odasına gider, elinde bir fotoğrafla geri döner: Kıbrıs’ta birlikte savaştığın, sana mektubu veren asker bu muydu? Kıbrıs gazisinin gözleri parlar: Evet. İşte bu askerdi… Kıbrıs’ta savaşan oğlunuzun olmadığını söylemiştiniz… Yaşlı kadın gözyaşlarına boğulmuştur bile… Yaşlı adam da başını sallar, “Evet. Bu bizim oğlumuz. Ancak oğlumuz Kıbrıs’ta değil, Kore Savaşı sırasında şehit olmuştu… Dağların Zirvesine Çıkan Tank Kıbrıs Barış Harekatı sırasında yaşanan bir başka olay da bir tankın 1733 metre yüksekliğindeki Beşparmak Dağları’na tırmanmasıdır. O dağlardan Rum ve Yunan askerleri adeta ölüm kusmaktadır. O makinelilerin bir şekilde susturulması lazımdır. O sırada bir onbaşı ve bir er tanklarını o dağlara sürer. Tank düz bir yolda ilerlercesine zirveye ulaşır ve makinelileri susturur. Komutan tankı nasıl çıkardığını sorar, asker cevap verir: Komutanım yol dümdüz gibiydi… Komutan tankı indirmesini söyler. Askerin verdiği cevap ise şaşırtıcıdır: Yolu görmeden indiremem komutanım…

Anzaklı Ömer'in Hikayesi

Anzaklı Ömer’in hikâyesi çok ilginçtir. İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ABD’ye ihtisas yapmak için giden Dr. Ömer Musluoğlu tarafından anlatılmıştır. Musluoğlu, hastanede görev yaparken yaşlı bir adamın tedavisi için yanına gidiyor. Kan almak için kolunu açmasını istiyor. Kolunu açtığında Türk Bayrağı dövmesini görüyor. Kedisine Türk olup olmadığını soruyor Doktor Musluoğlu. Yaşlı adam hayır anlamında işaret yapıyor. Kolundaki Türk Bayrağı’nı soruyor, “öylesine bir şey” diye cevap veriyor yaşlı adam. Doktor Musluoğlu ısrarını sürdürüyor ve o bayrağın milletinin bayrağı olduğunu söylüyor.Yaşlı adam doktora Türk olup olmadığını soruyor. “Evet” cevabını alınca da bayrağın hikâyesini anlatma başlıyor. Yaşlı adam 1915 yılındaki Çanakkale Savaşı’ndan başlıyor hikâyeye. Türkiye’de Çanakkale diye bir yer olduğunu, orada savaşmak üzere asker toplandığını söylüyor. Kendisinin Anzak olduğunu belirtiyor. Kendilerine İngilizler tarafından Türklerin barbar oldukları, Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklarını söylediklerini belirtiyor. Sözlere inandığını söyleyerek orduya katıldığını da ekliyor Türklerin Barbar Olduğu Yalanı Söyleniyordu Çanakkale’ye gittiklerinde Türklerin olanca güçleriyle savaştığını gördüğünü, sunu barbarlıktan yaptıklarını düşündüklerini söylüyor Anzaklı Ömer. Ancak sonradan Türklerin vatan sevgisinden böylesine savaştıklarını anladığını da itiraf ediyor. Bunu nasıl anladığını da şöyle ifade ediyor yaşlı Anzak: Taarruz edemiyoruz. Bizi sürekli püskürtüyorlar. Bir taarruzda başıma dipçik darbesi yedim. Kendimi kaybetmişim. Gözümü açtığımda etrafımda yabancı insanları gördüm. Çok korktum. Barbar olarak anlatılan Türklerin arasındaydım. Ancak dikkatimi çeken bir nokta oldu. Onlar yaralarımı sarmışlardı. Üstelik hiç de öfkeyle bakmıyorlardı. Hatta çantalarındaki yiyeceklerini ikram ediyorlardı. Yiyecekleri azdı ancak kendilerinden önce bana veriyorlardı. Barbar olmadıklarını anladım ve kendime lanet ettim. İngilizlerin yalancı bir Türk düşmanı olduklarını anladım. Bizi serbest bıraktılar, ülkeme döndüm ve Türkleri unutmamak için koluma da bu dövmeyi yaptırdım. Müslümanlığı Seçti Adı Anzaklı Ömer Oldu Anzaklı Ömer anlatıyordu: O zamanlarda beni ölümden kurtaran Türklerdi. Şimdi de yine bir Türk benim yaşamam için uğraşıyor. Bizi hep kandırmışlar. Sizler çok merhametlisiniz. Sonrasında doktorun adını soruyor yaşlı adam. “Ömer” cevabını alınca da “Senin adın Müslüman adı mı” diye soruyor. Yine “Evet” cevabı alınca da “Benim adım Josef Miller. Ama atık adım Anzaklı Ömer olsun” diyor. Sonrasında Müslüman olup olmayacağını soruyor. “Kolay” cevabını alınca da Müslüman oluyor. Yaşlı adam sonra da bir tespih istiyor Doktor Musluoğlu’ndan. Allah’ı anmak istediğini söylüyor. Dr Musluoğlu yaşlı adamın kendisini bırakmamasını istediğini söylüyor. İslamiyet’i anlatmasını istiyor. Ancak günden güne ediyordu yaşlı adam. Aradan birkaç gün sonra yaşlı adamın odasına gitmesini gerektiğini belirten bir anons duyuyor. Odasına gittiğinde sağ elinde bir tespih, sol kolunda Türk Bayrağı dövmesi ile yaşlı adam son dakikalarını yaşıyordu. Doktor Ömer başucuna oturup Kelime-i Şahadet getirtiyor. Yaşlı adam bu Kelime-i şahadet getirdikten sonra da ruhunu teslim ediyor. Anzak askeri yıllar sonra yüreğinde Türk sevgisi dolu ve Müslüman bir kişi olarak son nefesini vermişti.

Kan Grubum B imiş

Terörün yoğun olduğu dönemlerdi. Güneydoğu’da bir askeri hastane de görevliydim. Asker olmama rağmen, görevim savaşmak değil, can kurtarmaktı. Operasyon ve çatışmalardan yaralı gelen askerlerimize, gerekli ve en doğru müdahaleleri yapmaya çalışıyor, daha sonra bir üst hastaneye yani GATA’ya yönlendiriyordum. Bir gece nöbetçiydim. Bulunduğum odada ki camın buğusundan, dışarının oldukça soğuk olduğu anlaşılıyordu. Soğuğu biraz olsun hissetmek için odadan dışarıya doğru yöneldim. Kapıdan çıkar çıkmaz, buz gibi hava yüzüme vuruyor ve dağların soğuğunu hissettiriyordu. İçimden “Burası böyle soğuk ise kim bilir dağlar nasıldır?” diye düşünüyordum. Bir an etrafta soğuktan başka, farklı puslu bir hava olduğunu fark ettim. Gece sanki bela kokuyordu ve ben bunu içimde hissedebiliyordum. İçim ürperdi. “Kurt puslu havayı sever”diye bir söz vardır. Bana göre de tam öyle bir havaydı. Nöbeti diğer doktor arkadaşıma devretmek üzere içeri girdim. Devir teslimin ardından odama gidince, yorgunluktan yatar yatmaz uyumuşum. Aniden, telefonun acı acı çalan sesi ile uyandım. Santral, — Komutanım, mayın vakası geliyormuş. 40 dakika mesafede, kan grubu da A Rh (+) pozitifmiş dedi. Hemen dışarıya baktım. Gün ağarmak üzereydi. — Hemen ameliyat ekibine haber verin. — Bana aynı kan grubuna sahip kan verebilecek en az 10 kişi bulun. — Ayrıca yaralıyı getiren ekiple bağlantı kurarsanız beni mutlaka konuşturun dedim. Yaklaşık 20 dakika içinde; ekip ameliyathanede, kan verecekler kan bankası önünde toplanmıştı. Bir ekipte yaralıyı karşılamak üzere helikopter pisti etrafında hazırdı. O kalabalığın içinde bir an, ağlayan gözü yaşlı bir asker olduğunu fark ettim. Bir kenara çekilmiş kafası yerde ağlıyordu. — Evladım ne oldu, niye ağlıyorsun? diye sorarak yanına yaklaştım. — Komutanım kan grubum B imiş, ben A sanıyordum, benden kan almıyorlar dedi. Omzunu tuttum ve başını sıvazladım. — Elbet seninde görev zamanın gelir, şimdi hemen helikopter pistine koş ambulansın yanında beni bekle dedim. 35 dakika geçmişti. Helikopterin sesini duyduk ve o an kendisini de gördük. Hava halen buz gibi keskindi. Helikopter inişe geçtiğinde bir anonsla irkildik. — Nabız alamıyorum, nefes almıyor. O an soğuk sanki kalbimize işlemişti. Helikopter indi. Ekiple birbirimize baktık ve eğilerek helikoptere yanaştık. Helikopterin kapısı büyük bir gürültü ile açıldı. Yaralının sağ kolu sedyenin dışına doğru taşmıştı. Bir damla kanın bembeyaz karlar üzerine düştüğünü gördüm. Belki son damlaydı. Bir anlık olay sanki dakikalarca sürdü. Kan, karın üzerine düştüğünde sanki sıcaklığı ile karı eritmişti. — Kurtarabiliz diye haykırdı biri arkadan. — Haydi, haydi, haydi! diye bağırdım. Yaralıyı ambulansa bindirdik. Pupiller dilate değil (genişlememiş). Bu iyiye delaletti. Hemen resusitasyona yani kalp ve solunum masajına başladık. Acil binasından içeriye girdik. Ekip deneyimli, herkes ne yapması gerektiğini biliyor, kargaşa yok, bağrışma yok, ancak yüzlerde derin bir endişe var. Ortamda keskin bir barut kokusu hâkimdi. Hemen entübe edilerek, solunum yolu açıldı. Sürekli Defibrilasyon yani kalp masajı yapılıyor ve peş peşe hazırlanan kanlar yaralı askere veriliyordu. Birden kalp atımı düzensiz olsa da başladı, solunum yoktu ama biz destekliyorduk. Bu arada mayına basmış olduğu yaralı bacağından oluk gibi kan akıyordu. Vakit kaybetmeden ameliyathaneye aldık. Bir an bile tereddüt etmeden ampütasyon uygulayarak, parçalanan ayağı kestim. Zira yaşaması bacağından daha önemliydi. Bu arada parçalanan bacaktaki kanama durdurulmuş, takılan kan ve serumlar beklenen sonuçları vermişti. Kalp artık daha düzenli atıyordu. Ameliyatı sorunsuz bir şekilde bitirdik. Yaralıyı daha doğrusu, İSİMSİZ KAHRAMANI ameliyathaneden çıkarttık. Ortalık durulmuştu ama kimse hastaneden ayrılmak istemiyordu. Ertesi sabah hastaneye gelince ilk işim, yoğun bakıma gitmek ve onu ziyaret etmek oldu. Karşımda ki yatakta halsiz bir şekilde yatmakta olan, cam gibi parlayan bir çift şahin bakışlı göz, bana bakıyordu. Bu gözü bir gün önce, soluk ama inatçı bir şekilde yine görmüştüm. Bu kez gülümsüyordu. — Nasıl oldun? dedim. — Allaha şükür sayenizde iyiyim, patlamadan sonra sadece helikoptere alındığımı hatırlıyorum, sonrası yok. — Hemşire hanım helikopterden indikten sonrasını ve ameliyatta olanları anlattı. Elinize sağlık dedi. Gözlerim doldu. Doktorlar arasında, genellikle rutin ameliyatlardan sonra “Elinize sağlık”denirken, ampütasyonlardan sonra “Geçmiş olsun” denirdi. Bu KAHRAMAN için ampütasyon normal bir ameliyat gibi gelmişti. Sonra devam etti, — Şerefsizler… Dün iki tanesini almıştım (vurmuştum), şimdi ise onların kahpe tuzakları beni engelledi. — Birliğime ne zaman geri dönebilirim? dedi. Çok duygulanmıştım, nerdeyse ağlıyordum. Kopan bacağını unutmuş halen teröristleri ve geride bıraktığı arkadaşlarını düşünüyordu. Bu halimi ona belli etmemeye çalışarak, hiçbir şey söylemeden sadece sırtını sıvazladım. Birkaç gün sonra onu askeri ambulans uçakla Ankara GATA’ya yolladık. Bizler üzerimize düşeni görevi layıkıyla yapmaya çalışıyor ve bölgedeki görevimize devam ediyorduk. Aylar sonra başhekim beni yanına çağırdı. Kendisine bir faks gelmişti. — Faksı çoğalttım, bu da seninki dedi. Kahraman askerim, bizlere bir teşekkür mesajı yazarak, hastaneye fakslamıştı. Okudum, gözlerim dolmuştu. Utanmasam çocuklar gibi ağlardım. “Hangi milletin evladı bacağı kesildikten sonra minnet duygusunu kaybetmeyerek bu kadar vefakâr olabilir? Hangi milletin askeri kendisini bu denli vatanına adayabilir di? Bir kez daha, böyle yüce bir ulusa, böyle kahraman askerlere, MEHMETÇİĞE hizmet etmenin gururunu içimde hissettim. O faks halen evimin başköşesinde bir anı olarak durur.”

Babam Şehit mi oldu?

Ben o zamanlar, 16 yaşında lise ikinci sınıf öğrencisiydim. Babam, Bingöl'de ortak bir operasyona katılmak için görevlendirilmiş, Elazığ Jandarma Taburunun başında, tabur komutanı olarak, hatırladığım kadarıyla dört günlük bir operasyona gönderilmişti. Her görevinde olduğu gibi, ondan haber almak için akşam üzeri 16:30 sularında askeri bir araçla tabur binasına doğru hareket ettim. Taburda asker abilerimden çok az kişi görevli olarak kalmış, taburun tamamına yakını operasyona gitmişti. O gün hava bulanık, yağmurlu bir hava görünümündeydi. Akşam 19:00'a kadar taburda kaldım. Vakit geçmek bilmiyor operasyondan bir türlü haber gelmiyordu. Ama benim içimde tarifi anlatılmaz ve çok farklı bir sıkıntı vardı. Bu sıkıntıyı içimde taşıyarak 19:15 civarı eve döndüm. Akşam yemeğimi yeni yemiştim, birkaç dakika sonra karşı komşumuz ve oğlu bize oturmaya geldiler. Ardından birer birer, diğer rütbeli eşleri de, bizim eve gelmeye başladılar. Bu gayet normal bir şey idi, çünkü lojmandaki subay aileleri her zaman bir araya gelir dayanışma içinde sohbetlerini ederler ve birbirlerine destek olurlardı. Ben de yine öyle bir toplanma olduğunu düşünerek, içeride arkadaşım ile sohbet ediyordum. Gece 20:00-20:30 arası annemin bağırmasını duydum. “ Milyonda bir rastlanan, bir kas hastalığına yakalandığım için doğuştan yürüyemiyor ve tekerlekli sandalyemle bütünleşmiş bir halde yaşıyordum”. Birden, - Ne oldu? diye, arkadaşımı içeri odaya gönderdim. Dürüst olmak gerekirse, yaşlı ve hasta olan anneannemi kaybettiğimizi ve annemin onun haberini aldığını zannettim. Birkaç dakika geçmeden annem, - Mahmut öldü mü !, diyerek bir çığlık attı. Ben inanılmaz bir şok içinde idim. Çünkü, benim bildiğim babam yılların askeri, 20 yıllık subaykolay kolay ölemezdi. Ama kafamda ve yüreğimde fırtınalar kopuyordu. Annem odama gelerek, - Oğlum baban öldü dedi ve ağlayarak bana sarıldı. Ben hala, ölümü babama konduramıyor, bir türlü inanmak istemiyordum. Çünkü, her operasyonda sürekli telsizle bilgi alınır ve asker abilerim tarafından, bana da söylenirdi. Ben taburda bulunduğum esnada, bana operasyon bölgesi ile bağlantı kurulamadığını söylemişlerdi. Bende buna güvenerek annemi teselli etmeye çalışıyor, operasyon bölgesindenhaber alınamadığını tekrar tekrar anlatmaya çalışıyordum. Ama annem beni dinlemiyor, sürekli feryat figan ediyordu. O sırada kız kardeşimi, ikinci bölük komutanının eşi olan komşumuz yanına alarak evlerine götürdü, o zaman kız kardeşim henüz yedi yaşında idi. Daha sonra bana, babamın yaralandığını söylediler. Ben, - Neresinden yaralandı? diye sorduğumda, - Telsiz irtibatının koptuğunu ve bir daha kendisinden haber alınamadığını , ifade ettiler. O ara lojmandaki evimizde, inanılmaz bir telefon trafiği yaşanıyordu. Saat gece 23:00 olmuş, benim yakın muhafızım ve birkaç rütbeli subay bizim eve gelmişlerdi. Subaylar; - Babamın yaralandığını”, aşırı kar yağışı nedeni ile telsiz haberleşmesinin koptuğunu söylediler. Bütün gece dua ederek, Allah'tan babamın tekrar sağ salim evimize dönmesini diledim. Güneş doğmuştu, çok yorgun ve harap bir şekilde yatağıma uzanmış vaziyette, yakın muhafızım ile beraber sessizlik içinde odam da bir haber bekliyordum. Yakın muhafızım da, - Babamın ölemeyeceğini, bir avuç şerefsizin kahpe kurşununa hedef olamayacağını, bana tekrar tekrar söylüyordu. Sabah 9:30'da Babamın İl Jandarma Komutanlığında görevli olan, devresi bir binbaşı odama geldi. Karşıma oturarak hatırımı sordu. Ben de; - Sorunun çok gereksiz olduğunu ve kendimi çok kötü hissettiğimi, söyledim. Ve derin bir nefes alarak, binbaşıya şu soruyu sordum; - Babam şehit mi oldu?, binbaşı da; - Evet Ozancığım dedi. Ben de, - Vatan sağ olsun diyerek, karşılık verdim. Hiç konuşmadan, 15 dk. boyunca sürekli tavana baktım. O sırada, Kayseri'de oturan dedem ve amcam da, Elazığ'daki lojmanımıza gelmişti. Onlar, haberi çok önceden duymuşlardı. Dedem ve amcam boynuma sarılmışlardı. Saat 11:00 civarı evimize bir hoca gelerek, Kuran'dan ayetler okudu. 11:15'de Elazığ Askeri Hastanesine doğru hareket ettik, babamı son bir defa olsun görmek istedim. Morgda cansız yatıyordu. Ben, - Baba diye, bir çığlık attım. Sonra dışarı çıkarak, çok sevdiğim Tabur Karargah Astsubayına sarılarak hüngür hüngür ağladım. Tabur karargah personelinin hepsi, ağzında bir sigara, toplu olarak bir köşede oturmuşlardı. Dışarıda hepsi omzumu sıvazlıyor, ağızlarını bile açamadan sadece yüzüme bakıyorlardı. Çünkü, Komutanları Şehit düşmüştü. 11:30'da Alaya hareket ederek, babamın Elazığ'dan uğurlanma merasimine katıldım. Babam ve Maraş'lı olan askeri Ahmet NALÇACI, aynı operasyonda Şehit düşmüşlerdi. Önümde ay yıldızlı bayrağa sarılı iki tane tabut; birinde babam, diğerinde hayatının baharında vatan için canını veren bir abim yatıyordu. Merasim kıtası babamın askerlerinden seçilmişti. Hepsi beni çok yakından tanıdıkları ve sevdikleri için, sessizce bana bakıyorlardı. Ben de onlara donuk gözlerle karşılık veriyordum. Sonra yavaş yavaş yürüyerek, alayın dışına çıktık. Babamın ve askerinin bayrağa sarılı naaşını, iki ayrı araca koydular. Askerinin bayrağa sarılı naşını aynı araba ile, memleketi olan Kahramanmaraş'a gönderdiler. Biz de, başka bir konvoy ile Elazığ Havalimanına doğru hareket ettik. O sırada önümüzde yol almakta olan merasim kıtasının otobüsünün arka camı, bana bakan askerlerle doluydu. Camda boşluk göremezdiniz. Biz havaalanına giderken, karşı yönden bizim Tabura ait Land –Rover marka araçlar operasyondan dönüyorlardı. Ve ben içimde tarif edilemeyecek duygularla o araçların geçişini seyrediyordum. Havaalanında bizi bir C-130 askeri nakliye uçağı bekliyordu. Önce, babamın bayrağa sarılı naaşını uçağa aldılar. Ardından annem, kardeşlerim, dedem, amcam ve ben uçağa bindik. En küçük kardeşim henüz iki yaşında, diğeri de daha yedisindeydi. Annem aldığı ilaçların etkisi ile yarı aygın, yarı baygın bir vaziyette oturuyordu. Havalanmadan önce uçuş personeli yanımıza gelerek tek tek başsağlığı dilediler. Uçak 13:30'da Kayseri'ye doğru hareket etti. Babaannem, büyükbabam, halalarım ve diğer amcalarımı da bekledikleri, Kayseri Havaalanından alarak, Ankara'ya doğru havalandık. Saat 16:00 civarı, Ankara Etimesgut Askeri Havaalanına indik. Bizi burada merasim kıtası bekliyordu. Babamın naaşını yavaş adımlarla uçaktan indirdiler. Ardından ben ve ailem uçaktan indik. Teyzemin kocası, amcam gibi gördüğüm subay olan eniştem, havaalanına gelen erkek kardeşine sarılarak, - Mahmut abim öldü, diye bağırdı. Sonra biz, subay olan amcamın evine doğru hareket ettik. O geceyi amcamın evinde feryat figan bir şekilde geçirdik. Gecenin geç saatlerine kadar en küçüğünden en büyüğüne kadar gelen subay ve eş dostun sayısını hatırlayamıyorum bile. Ertesi gün öğle namazını müteakiben, babamı Cebeci Şehitliğine defnettik. İnanmayabilirsiniz ama babamın şehit olduğunu öğrendiğim andan itibaren, defin anına kadar ağlamadım. Çünkü benim inancıma göre şehidin arkasından ağlanmazdı. Babamın tabutuna sarılı bayrağını bana teslim eden Tümgeneral; - Aferin oğlum çelik gibi sinirlerin varmış, ilk defa senin kadar metin bir insanla karşılaştım. O günlerde üç ay boyunca amcamın yanında kaldık. Gidip gelen rütbeli subayın ardı arkası kesilmiyor, her gelen bir vaatte bulunuyor ve bir daha gelmiyordu. Daha sonraları bu durum sadece telefon aramalarıyla sınırlanmaya başladı. Verilen vaatler unutulmuş ne hakkımız olan lojman ayarlanmış, ne de öğretmen olan annemin Ankara'da bir okula tayini yapılmıştı. Ve özürlü olmamdan dolayı beni okula götürüp getirecek askeri servis vaadi yerine getirilmediği gibi lojman olarak da Elazığ'daki eski evimiz tavsiye edilmişti. “ Babamı kaybettiğim topraklara gidip oraya yerleşmem benden nasıl istenebilirdi”. Birkaç kere de yüksek rütbeli bazı kimseler ve eşleri, anneme bir takım Darülaceze tarzı yurtların adlarını vererek benim orada kalmamı tavsiye etmişler ve oğlunuza ancak onlar bakabilir diye akıl vermeye çalışmışlardı. Güya kendi dar kafalarınca bize iyilik edip, bizi birbirimizden ayırmaya çalışıyorlardı. Hatta annem bir gün dayanamayıp, gelen telefona; - Siz şimdiye kadar bize ne verdiniz ki, bir kocam vardı onu da elimden aldınız, şimdi de oğlumu mu elimden alacaksınız ?, ben çocuğumdan ayrılmam , diyerek sert bir şekilde çıkışmıştı. Yaşadığımız bu gibi tatsız olaylardan sonra içimde olan okuma şevki de kırılmıştı. Hatta kazanmış olduğum Gazi Üniversitesi İktisat Fakültesine bile gitmedim. Lise tahsilinden sonra yaklaşık yedi sene kendi odamda, kendime ait küçük bir dünya kurdum. Şu an kaybettiğim yedi senenin ve gidemediğim okulumun hesabını kimden soracağımı merak ediyorum?... Babamın şehit olması ve yaşadığımız bu gibi olaylardan sonra annem yaşıtlarına göre çok yıpranmış ve erken yaşlanmış, kardeşlerimse babamı benim anlattığım, babamla ilgili olaylar ve hatıralarda kalan fotoğraflardan tanımaya başlamıştı... Babamın şehit olmasının üzerinden dokuz sene geçti. Ve ben onu hala arıyor ve özlüyorum. “ Bunun yanı sıra, bir şehit çocuğu olmaktan büyük onur duyuyorum. Bir Atatürk milliyetçisi olarak; babamın Türk tarihine geçen aziz şehitlerimizden biri olması, bulunduğum her ortamda alnım ak, başım dik bir şekilde ve gururlu bir biçimde davranmamı sağlıyor ”. Ozan ŞAHİN (Şehit Jandarma Binbaşı Mahmut ŞAHİN'in oğlu. ) Kaynak: www.savasyucel.net